MEB’de BARIŞÇIL FAALİYET YASAL
Türkiye’nin Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi
olarak ilan ettiği alanda sismik araştırmalara başlamasıyla taraflar arasında
büyük bir gerginlik yaşanıyor. Konuyla ilgili birçok siyasi söylem ortaya
konuyor, ancak sanki işin yasal tarafı pek konuşulmuyor. Uluslararası hukuka
göre burada Türkiye mi haklı, Kıbrıs Cumhuriyeti mi?
Tzimitras: Öncelikle, işin yasal tarafının pek dikkate
alınmadığı argümanını tersine döndürmek istiyorum. Bana göre, sorunun bir
kısmı, işin yasal tarafına fazla odaklanılmasından kaynaklanıyor; özellikle de
Kıbrıs Rum tarafınca... Yasalara odaklanmak birkaç açıdan sorunlu. Birincisi,
bu, işin güvenlikten tutun da sosyal ve siyasi taraflarının göz ardı edilmesi
riskini doğurur. İkincisi, yasalar, beğensek de beğenmesek de, çok büyük oranda
yorum meselesidirler. Yani hukuktan bahsetmeye başladığınızda, hukukun nasıl
yorumlandığı ve yasal ilkelerin nasıl uygulandığı konularını tartışmaya
başlamanız kaçınılmazdır. Uluslararası hukuk, tarih boyunca her durumun
spesifik realitelerine göre uygulanmıştır. Yasa kendi başına her durumu
kapsayıcı ve otomatik olarak uygulanabilir bir şey değildir. Yasanın mantığı bu
değil zaten. Uluslararası toplum, uluslararası kurumlar, uluslararası
mahkemeler, hatta uluslararası adalet divanı bile, sürekli olarak yasaların
nasıl uygulanacağı ve nasıl yorumlanacağı süreçleri ile meşgul oluyorlar. Bu
nedenle de, katı bir biçimde direk olarak uluslararası hukuk temelinde bazı
iddialarda bulunmak çok da faydanıza olmayabilir. Uluslararası hukuk çok
önemlidir, ancak doğru şekilde uygulanması da çok önemlidir. Dolayısıyla,
yasalar, yasanın ruhuna ve her durumun kendi özelliklerini dikkate alarak
uygulanmalıdır ki adilane bir sonuca varılabilsin. Uluslararası hukuk, siyasi
argümanlar karşısında kalkan görevi görebileceği gibi, çok güçlü bir silah
haline de gelebilir. Genelde, devletler yasal argümanları, siyasi, stratejik,
ekonomik argümanlar gibi diğer argümanların yanı sıra kullanırlar.
Konuyu anlayabilmek için belli terimlere hakim
olmak gerekiyor sanırım. Münhasır Ekonomik Bölge nedir tam olarak, ve ne gibi
haklar ve kısıtlamalar içerir?
Tzimitras: Burada çok sık birbirine karıştırılan iki ayrı
nosyon var: Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı. Kıta Sahanlığı kıyı
devletine aittir. Kıta Sahanlığının deklare edilmesi ve sınırlandırılması ise
işin teknik tarafıdır. Yani bir devlet Kıta Sahanlığını deklare edip
sınırlandırmaya karar versin ya da vermesin, o Kıta Sahanlığı o devlete aittir
ve o devletin kendi Kıta Sahanlığında münhasır hakları vardır. Diğer taraftan,
Münhasır Ekonomik Bölge, otomatik olarak bir devlete ait olmaz. Devletlerin o
bölge üzerinde hak iddia etmesini gerektirir. İkisi arasındaki temel fark
buradadır. Devletlerin, Münhasır Ekonomik Bölgelerinde, çok sınırlı ve spesifik
hakları ve yükümlülükleri vardır:
1.
Canlı
veya cansız doğal kaynakların aranması ve bunlardan faydalanma
2.
Enerji
üretimi
3.
Çevre
koruma
4.
Balıkçılık
Bu kadar. Ne daha
fazlası ne daha azı. Bu çok önemli bir nokta, çünkü ağızdan ağıza yayılmakta
olan ‘devletin kendi Münhasır Ekonomik Bölgesinde egemen olduğu’ iddiası doğru
değildir. Devletin Münhasır Ekonomik Bölgesinde egemenliği yoktur. Sadece o
alanda yukarıda saydığımız dört konuda münhasır hakkı vardır. Bu kadar.
Dolayısıyla, Münhasır Ekonomik Bölgeyi, egemenlik açısından bir devlet ile veya
devletin karasuları ile eş tutmak yanlıştır. Devlet, Münhasır Ekonomik
Bölgesinde sadece işlevsel bazı haklara sahiptir. Evet bu haklar önemli
olabilir ama egemenlik ile eş tutulamazlar. Dolayısıyla bu hakların ihlali de –
yasal açıdan sorunlu olsa da – belli bir noktadan öteye götürülüp, egemenliğin
ihlali gibi gösterilemez. Hak ihlali ve egemenlik ihlali çok farklı şeylerdir.
Bu açıdan çok dikkatli olmalıyız.
Peki, bir devlet, başka bir devletin Münhasır
Ekonomik Bölgesine giren bir alanda sismik araştırma yapabilir mi?
Tzimitras: Bir devletin Münhasır Ekonomik Bölgesini oluşturan
sular, yine de uluslararası sulardır. Bu da, bu sularda ticari olsun askeri
olsun yabancı gemilerin bulunması mümkündür demektir. Eğer bu gemiler kıyı
devletinin düzen ve güvenliğini tehlikeye atmıyorsa, orada bulunmalarında
hiçbir problem yoktur. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 58.
Maddesine göre, gemiler barışçıl faaliyetlerde bulunabilirler, barışçıl
araştırma çalışmaları yapabilirler, kablo döşeyebilirler. Ancak örneğin
balıkçılık yapamazlar veya doğal kaynakları araştıramazlar, çünkü bunlar,
yukarıda anlattığım gibi, sözkonusu Münhasır Ekonomik Bölgede hak iddia eden
devletin hakkıdır.
Ama Türkiye’nin yaptığı sismik araştırma doğal
kaynak araştırması anlamına gelmiyor mu?
Tzimitras: Yasa, araştırma amaçlı barışçıl faaliyetlere
imkan veriyor.
O zaman başka bir devletin Münhasır Ekonomik
Bölgesi’nde sismik araştırma yapmakta sorun yok, ama sondaj yapmak faydalanma
amaçlı araştırma kapsamına giriyor ve yasaya göre sorun yaratıyor. Öyleyse Türkiye’nin
şu anda yaptığı faaliyetler yasal olarak problem teşkil etmiyor, öyle mi?
Tzimitras: Dediğim gibi, barışçıl araştırmalar prensipte
sorun değil. Ancak sondaj yapmak kesinlikle sorun olurdu. Ancak ben,
Türkiye’nin daha ileri gideceğini sanmıyorum. Sondaj platformu getirecekleri,
sondaj yapacakları söyleniyor ama Türkiye’nin bunu yapacağına inanmıyorum.
Çünkü Türkiye’nin maksadı gerçekten taciz olsaydı, bunu halihazırda yapardı.
Sondaj platformunu çeken gemiyi durdurmak için askeri önlem alırdı, önünü
keserdi, engellerdi. Ama Türkiye, hidrokarbon araştırması yapan platform ve
ilgili gemilerine 5 deniz milinden fazla yaklaşmadı. Rum enerji bakanının
kendisi de operasyonun hiç sekteye uğramadığını, hiçbir engelleme ile
karşılaşmadığını söyledi. Türkiye prensipte varlığını hissettirmek ve şu anda
yapılmakta olan işe karşı olduğunu kayıtlara geçirmek istiyor. Ve bence bununla
kalacak. Geçmişte de bunu yapmıştı. 2011 yılında Piri Reis gemisi ile tamamıyla
aynı şeyler yaşandı.
Yani NAVTEX yayınlamaktan tutun da, Kıbrıs’ın Münhasır
Ekonomik Bölgesinde araştırma ve savaş gemilerinin varlığına kadar, son
haftalarda Türkiye’nin yapmış olduğu her şey, 2011 yılında da yapılmış mıydı?
Tzimitras: Aşağı yukarı evet. Ama Piri Reis gemisinin bu
boyutta araştırma yapacak ve kablo döşeyecek kapasitesi yoktu. Özetle, bu
tekrar tekrar izlediğimiz bir film. Bunun yapılış nedeni ve buna verilen
tepkiler ise işin siyasi kısmı. Tabii, burada bakılması gereken bir başka konu
daha var: Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bu bölgeyi Münhasır Ekonomik Bölge olarak
ilan etme hakkını reddediyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm adayı temsil
etmediğini ve bu nedenle de tüm adayı temsil edecek şekilde uluslararası
antlaşma imzalama ve dolayısıyla Münhasır Ekonomik Bölge ilan etme hakkına
sahip olmadığını söylüyor. Yani, burada Türkiye tarafından iki katmanlı bir
sorgulama var: Bir, Kıbrıs Cumhuriyeti bu bölgeyi Münhasır Ekonomik Bölgesi
olarak ilan edebilir mi? İki, etse bile, bizim yine de orada belli
faaliyetlerde bulunma hakkımız var mı?
Türkiye’nin BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf
olmaması şu anda Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölge olarak ilan ettiği alandaki
durumu nasıl etkiliyor?
Tzimitras: BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin bazı hükümleri –
ki Münhasır Ekonomik Bölge ile ilgili hükümler bunlar arasındadır -
uluslararası teamül hukuku haline gelmiştir. Yani sadece sözleşmeye taraf olan
devletleri değil, uluslararası toplumun tüm devletlerini bağlama kapasitesi
olan ilkeler haline gelmişlerdir – ve İsrail ve Türkiye gibi sözleşmeye taraf
olmayan ülkeleri de bağlarlar. Türkiye’nin Kıbrıs’ın MEB olarak ilan ettiği
alanlardaki faaliyetlerinin genelde hem Münhasır Ekonomik Bölge hem de Kıta
Sahanlığı ile ilişkisi var. Aynı zamanda, Türkiye’nin bu bölgelerde hem kendi
hak iddiaları, hem de KKTC ve/veya Kıbrıslı Türkler adına yaptığı hak iddiaları
var. Yani karşımızda birbiri ile bağlantılı dört unsur var.
Kıbrıs’ın Türkiye ile Münhasır Ekonomik Bölge
sınırlandırma anlaşması yapmaması Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi’ni
tartışmalı kılar mı?
Tzimitras: Bunun net bir cevabı yok. Nerede
durduğunuza ve yasayı nasıl yorumladığınıza bağlı. Her iki tarafın da yasal
olarak çok güçlü argümanları var. Kıbrıs, adanın güneybatı, güney ve güney
doğusunda, Mısır, Lübnan ve İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırma
anlaşmaları yaptı. Türkiye coğrafi olarak güneydeki bir kıyı devleti değil.
Ancak, adanın coğrafi olarak bir bütün olduğu önermesinden yola çıkarsak, o
zaman adanın etrafının tümünü kapsayan bir düzenlemeye ihtiyaç var diyebiliriz.
Burada enteresan olan şu: Şimdiki sorun, Kıbrıs’ın batısında değil – ki
Türkiye’nin adanın batısında bir iddiası olması çok daha anlaşılabilir olurdu.
Sorun, adanın güney ve güneydoğusunda – yani Kıbrıs Cumhuriyeti ile İsrail ve
Lübnan arasındaki sınırlandırma anlaşmalarına tabi olan bölgede. Türkiye’nin bu
bölgelerde KKTC veya Kıbrıslı Türkler adına yaptığı hak iddiaları var. Ve
dediğim gibi, aynı zamanda, Türkiye’nin ada etrafındaki eylemlerinin genel
olarak hem Münhasır Ekonomik Bölge hem de Kıta Sahanlığı ile ilişkisi var. Kıta
Sahanlığı bağlamında Türkiye’nin iddiaları hakkında şunlar söylenebilir. Türkiye,
bir önceki BM Deniz Hukuku Sözleşmesine, yani 1958 BM Deniz Hukuku
Sözleşmesi’ne taraftır. Ve bu sözleşme, yeni sözleşmeyi yani 1982 BM Deniz
Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamamış ülkeleri hala bağlamaktadır. Yani, bir önceki
Deniz Hukuku Sözleşmesi ve buradaki Kıta Sahanlığı hükümleri Türkiye’yi
bağlamaktadır – o sözleşmede Münhasır Ekonomik Bölge geçmiyordu. Türkiye 1958
BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni temel alarak, ve bunu yorumlayarak, ilk olarak
1973 yılında ortaya attığı Kıta Sahanlığı argümanını kullanıyor: “Adalar, Kıta
Sahanlıkları üzerinde tam iddia sahibi olamazlar. Sahil şeritleri, nüfusları
gibi bazı unsurlara bağlı olarak kısıtlı bir iddia sahibi olabilirler, ama tam
iddia sahibi olamazlar.” Yani, eğer doğru anlıyorsam, Türkiye şunu diyor: Adanın
batı ve güneybatısındaki bölgede Kıta Sahanlığı, Türkiye ile Mısır arasında
sınırlandırılmalıdır. Ortadaki Kıbrıs’a ise – ki buna Kıta Sahanlığı içindeki
‘çıkıntı’ adı veriliyor – çevresindeki belli bir bölge verilebilir. İşte,
Türkiye’nin adanın batı ve güneybatısındaki hak iddiası bu mantıktan
kaynaklanıyor. Tabii bu, adaların ve özellikle de ada devletlerin Kıta
Sahanlığı hakkını net şekilde tanıyan şu anki uluslararası hukuk temelinde
sürdürülmesi zor bir pozisyon.
Peki bu iddia başka ülkelerce kabul görüyor mu?
Tzimitras: Kıta Sahanlığı ile ilgili düzenleme her ülkenin
kendisine kalmıştır. Bununla ilgili evrensel bir uygulama yok. Her devletin
farklı bir uygulaması var. Her ülke kendi Kıta Sahanlığını ilan etme hakkına
sahiptir. Eğer iki ülkenin Kıta Sahanlığı iddiaları çakışıyorsa ya oturup bunu
çözerler veya uluslararası yasal organlara giderler. Yasanın nasıl yorumlandığı
ve uygulandığı da burada büyük önem taşıyor çünkü Uluslararası Adalet Divanı ve
geçmişte bu tarz konuları ele alan diğer uluslararası mahkemeler her durumda
çok farklı kararlar verdiler. Yani bu alandaki içtihat da pek yol gösterici
değil.
Peki neden taraflardan biri uluslararası bir
merciye ya da mahkemeye başvurup bu işi temizlemiyor sizce?
Tzimitras: Sanırım bunun iki nedeni var. Birincisi, böyle bir
adım gerginliğin tırmanması sonucunu doğurur. İkincisi, her dava biraz da
piyangodur. Nasıl sonuçlanacağını asla bilemezsiniz.
Yani bu davayı Kıbrıs kazanır veya Türkiye kazanır
diye bir tahminde bulunamaz mıyız?
Tzimitras: Hayır kesinlikle. Asla bilemezsiniz. Ve
eğer mahkemeye sizin inisiyatifinizle gidilmişse, o zaman bunun sonuçlarına –
sizin aleyhinize de olsa – katlanmak zorundasınız. Yani bu yolu izlememek
bilinçli olarak verilmiş bir karardı sanırım. Bu da muhtemelen iyi bir fikir,
çünkü eğer dava yoluna giderseniz aynı zamanda, tarafları daha çabuk bir çözüme
götürebilecek diğer seçenekleri elinizden kaçırmış olursunuz.
Son zamanlarda Yunanistan ve Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik
Bölgelerinin birleştirilmesi konusu yeniden gündeme geldi. Bu mümkün mü?
Tzimitras: Hayır. Bu konu ilk olarak rahmetli Cumhurbaşkanı
Tasos Papadopulos tarafından gündeme getirilmişti. Böyle bir şey iki nedenle
mümkün değil: Birincisi, çünkü Yunanistan’ın ilan ettiği bir Münhasır Ekonomik
Bölgesi yok. İkincisi, Yunanistan’ın ilan ettiği bir Münhasır Ekonomik Bölgesi
olsaydı bile, uluslararası hukukta münhasır ekonomik bölgelerin birleştirilmesi
diye bir nosyon yok. Uluslararası hukukta ortak münhasır ekonomik bölge diye bir
şey yok. Bu kadar basit. Bu, şu an için pratikte anlamsız bir tartışma.
Kıbrıs Cumhuriyeti, “adanın doğal kaynakları
devlete aittir ve bunlardan elde edilecek faydalardan bir çözümden sonra tüm
Kıbrıslılar yararlanacaktır” diyor. Türkiye ise, “Kıbrıs’ın kaynakları tüm
Kıbrıslılarındır” diyor. Doğal kaynaklar devlete mi aittir, halklara mı?
Tzimitras: Kanaatime göre, Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nun 1962 tarihli Doğal Kaynaklar üzerinde Daimi Egemenlik Kararı
temelinde, doğal kaynaklar halklara ve milletlere aittir. Bu kararda Genel Kurul’un
sadece halklardan ve milletlerden bahsettiğini, asla devletlerden
bahsetmediğini açıkça görebilirsiniz. Dolayısıyla, doğal kaynakların
faydalanıcıları halklar ve milletlerdir, ve devlet de faydalanma hakkı
konusunda onları temsil eder. Buna göre, Kıbrıslı Türkler doğal kaynaklardan
elde edilecek gelirlerde hak sahibidir – ki sanırım kimse bunu reddetmiyor.
Öyleyse burada sorulması gereken soru şu: Bu haktan nasıl faydalanacaklar?
Uluslararası toplum, Güney Kıbrıs’ın beklentisinin
aksine, Türkiye’nin eylemleri karşısında katı bir tutum sergilemedi ve konuya
çok ihtiyatlı yaklaştı. Sizce bunun nedeni siyasi mi yoksa yasal mı?
Tzimitras: Evet uluslararası toplumun tepkisi, sizin de
dediğiniz gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin beklediğinden daha ılımlı oldu. Bunun iki
nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, siyasi açıdan, siyasi konjonktürü çok
ciddi bir şekilde hesaba katıyorlar. Batılı güçler Türkiye’nin bölgede güçlü
bir ülke olduğunu biliyorlar ve özellikle de şu anda bölgedeki IŞİD gibi
sorunlara karşı oluşturmak istedikleri birliktelik açısından Türkiye’ye çok
ihtiyaçları var. İkincisi, sohbetimizden ortaya çıktığı gibi, yasal olarak
durum net veya siyah beyaz değil. Uluslararası toplum ihtiyatlı davranıyor,
çünkü yasal konular siyasilerin üzerinde gelişigüzel açıklama yapabilecekleri
konular değil, Uluslararası Adalet Divanı gibi yetkin organlar tarafından ele
alınması gereken konulardır. Tabii ki siyasetçiler de, uluslararası hukuka
aykırı olmayan kararlar alabilmek için konunun yasal tarafını eşit derecede
ciddiyetle hesaba katmalıdırlar.
Peki bu sorun nasıl çözümlenmeli?
Tzimitras: Öncelikle şunu söylemeliyim, eğer istek varsa bir
yol bulunur. Bu çok açık. İkincisi, tüm tarafların aşırı ve kışkırtıcı eylem ve
tepkilerden kaçınması gerekiyor. Bu yapılırsa daha dengeli bir anlayış ve
yaklaşımın geliştirilmesi için daha uygun bir ortam yaratılmış olur. Bölgesel
ve uluslararası gerçeklerin ve takvimlerin dikkate alınması çok önemli, çünkü
bugün mümkün olan bir çözüm yarın imkansız olabilir. Bu nedenle bölgesel ve
uluslararası ortamı dengeli ve gerçekçi bir biçimde değerlendirmek ve yapıcı
bir şekilde olaya yaklaşmak gerekiyor. Ve realizm – tabii realizm yasal
haklardan vazgeçmek anlamına gelmiyor – gerekiyor, ama gerçekçi bir şekilde
devletlerin değil insanların çıkarının nerede olduğunu değerlendirmek önemli.
Her iki topluma da fayda sağlayacak şekilde adımlar atmak önemli. Bu iş
uzadıkça içinden çıkılması daha zor bir hal alacaktır. Burada bir aciliyetin
söz konusu olduğunu düşünüyorum çünkü hem anlaşmazlık uzadıkça kökleşiyor ve
çözümü zorlaşıyor, hem de bölgesel ve uluslararası şartlar sürekli olarak
değişiyor. Doğal kaynakların, tüm Kıbrıslıların faydası ve refahı için
kullanılması fırsatının kaçırılması çok yazık olur. Hele doğal kaynakların, var
olan anlaşmazlığı aşacak bir unsur yerine, yeni tartışmalar yaratan bir unsur
haline gelmesi daha da büyük bir yazık olur.
No comments:
Post a Comment