Friday 16 January 2015

Bugün İşi Astım


Şu anda Avrupa Parlamentosu’nda basın için ayrılan kuşbakışı locadan, genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile ilgili tartışmayı dinliyor olmam gerekirdi. Ama Parlamento oturumlarını izlemek için geldiğim Strazburg’a ayak bastığım andan itibaren, bir şekilde sıvışıp şu ‘Fransa ve Almanya arasındaki sınırdan’ - daha doğrusu, olmayan sınırdan - geçmek ve o bölgede yaşayan insanlarla konuşabilmek için fırsat kolluyorum.

Yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın hayatını mal olan korkunç savaşların yaşandığı Fransız-Alman sınırında şimdi bir arada yaşayan insanlara sormak istediğim onlarca soru var. Ne hissediyorlar? Sayısız savaş, acı, ve yıkımın ardından şimdi nasıl birlikte yaşıyorlar? Gerçekten ortak bir yaşam kurmayı başarabildiler mi? Nefret, güvensizlik, düşmanlık geride bırakabilir mi? Takside, Fransa ile Almanya’yı birbirine bağlayan Pont de l’Europe köprüsüne doğru yol alırken bunları düşünüyorum.

Taksi şoförünün tok sesiyle “Voila madame, Le Pont de l’Europe” demesi ile irkiliyorum. Karşımda, Fransa ve Almanya arasında sınır namına sadece Ren nehri, Ren nehrinin üzerindeki köprüde ise sadece bisikletine binen, köpeğini gezdiren, oltasını nehre sallayan, yürüyüş yapan insanlar var. Bir avuç adanın bir ucundan diğer ucuna kağıt kürek doldurmadan, kimlik göstermeden kontrolden geçmeden gidemeyen travmalı bir Kıbrıslı olarak, gözlerim gayrı ihtiyari, bir bariyer, bir duvar, herhangi bir tel örgü, resmi üniformalı bir görevli, bir polis kulübesi, ya da en azından yerde sembolik de olsa, ilacına bir ‘çizgi’ arıyor. Köprüden geçerken, her an kimliğimi ‘çekmem’ gerekebilirmiş gibi elimi çantama attığımı farkedip kendi kendime gülüyorum.

Daha sadece 70 yıl önce akıl almaz kıyımların yaşandığı 2. Dünya Savaşı’nın iki karşıt tarafı olan Fransa ve Almanya arasındaki köprüyü elimi kolumu sallaya sallaya geçerken, karşımda ‘Bundesrepublic Deutschland’ yazılı tabelayı görünce artık Almanya’da olduğumu anlıyorum. Çok güzel bir gün. Kehl kasabasının hemen girişinde Ren nehri boyunca uzanan yemyeşil parka dalıyorum. Karşıma ilk olarak 23 yaşındaki genç öğretmen Yannick çıkıyor. Yanında, 3-4 yaşlarındaki çocuklardan oluşan kreş sınıfı var. Parkta gezmeye çıkardığı çocuklara meraklı bakışlarım altında hem Almanca hem Fransızca hitap ediyor. Bana, giderek artan sayıda çocuğun artık kreş, anaokul ve ilkokulda her iki dili de öğrendiklerini anlatıyor. Ortaokuldan itibaren ise hem Almanca hem Fransızca zorunlu. “Savaş aptal bir şeydi. Şu anda birlikte yaşıyoruz. Ben Almanım, ama kendimi bir Fransız’dan farklı hissetmiyorum,” diyor. “Hiç mi sorun veya anlaşmazlık yaşamıyorsunuz?” diye ısrar ediyorum. “Aramızda bir fark yok. Bizler aynıyız” diyor. Yannick’in büyük dedesi 2. Dünya Savaşı’nda Fransızlara karşı savaşmış. “Bugün böyle yaşadığınızı görse ne hissederdi?” diye soruyorum. “Eminim çok mutlu olurdu” diyor.

Yannick’i artık iyice sıkılmaya başlayan çocuklarla başbaşa bırakıp yürümeye devam ediyorum. Bir sonraki hedefim, köpeğini gezdiren Niklas. “Burada mı yaşıyorsunuz?” diye soruyorum. “Zor bir soru. Aslında, hem Fransa’da hem Almanya’da yaşıyorum,” diyor. Şaşkınlığımı anlamış olacak ki, hemen devam ediyor: “Kız arkadaşım burada, Almanya’da. Ben ise Fransa’da çalışıyorum. Dolayısıyla biraz orada biraz burada kalıyorum.” Tarihi savaşlarla dolu iki ülke arasında şimdi böyle serbest bir şekilde gidip gelebilmek karşısındaki hislerini soruyorum; “Özgür olmak güzel,” diyor.

Yürüyüş yapan bir başka adama yaklaşıyorum. Yann Fransız bir taksi sürücüsü.  Ormanda yürüyüş yapmak için her sabah Almanya’ya geçtiğini anlatıyor. Arka arkaya heyecanla sıraladığım sorular karşısında, gülümseyerek, “Savaş uzun zaman önceydi. Artık bu zamanda aramızda bir ayırımın olmaması ve barış içinde yaşamamız çok mu şaşırtıcı?” diyor. Evet, maalesef benim için şaşırtıcı. Utanıyorum.

Parktan çıkıp Kehl kasabasının merkezine doğru yürüyorum. Küçük meydanda bir pazar kurulmuş. Satış yapanları ve alışverişe gelenleri izliyorum. Hem Fransızca hem Almanca konuşuluyor. Hatta bazen Fransızca başlayan konuşmalar Almanca bitiyor. Konuşmasından Fransız olduğunu anladığım bir kadına yaklaşıp, neden buradan alışveriş yaptığını soruyorum. “Çünkü burası Strazburg’dan daha ucuz,” diyor. Ingrid’e göre Strazburg’da yaşayan birçok kişi özellikle yiyecek alışverişini, daha ucuz olan Kehl’de yapıyor. “Peki Fransız yetkililer buna tepki göstermiyor mu? Fransa yerine Alman ekonomisine katkıda bulunuyorsunuz?” cümleleri dökülüyor ağzımdan. Bakışlarından, bu söylediğimin Ingrid için hiçbir şey ifade etmediğini, hatta idrak edilebilir bile olmadığını anlıyorum. Strazburg’daki bir Fransız ilkokulunda çalışıyor. Okuldaki Fransız çocukların, değişim programları çerçevesinde belli dersleri gidip Almanya’daki bir okulda aldığını, Alman çocukların da belli dersler için kendi okullarına geldiğini anlatıyor. Geçmişle ilgili ne düşündüğünü soruyorum. “Fransız ve Almanlar savaşın kendilerine hiç birşey getirmediğini anladılar. Eğer yaşamak istiyorsanız, geçmişte yaşamayı bırakmalısınız,” diyor.

Konuştuğum insanlardan, günde yaklaşık 60.000 aracın Strazburg ve Kehl arasında gidip geldiğini öğreniyorum. Birçok Fransız, emlak fiyatlarının daha ucuz olduğu Kehl’de yaşayıp Strazburg’da çalışmayı tercih ediyor. Özellikle gıda, giyim, alkol ve sigara alışverişlerini Kehl’de, lüks tüketim ürünleri alışverişlerini ise Strazburg’da yapıyorlar. Parkta vakit geçirmek, yürüyüş yapmak, küçük bir kasabada sakin bir gün geçirmek için Kehl, büyük şehir hayatı, kültürel-sanatsal aktiviteler ve eğlence için Strazburg tercih ediliyor. Çoğunluk her iki dili de rahatça konuşuyor. Karışık okulların sayısı gün geçtikçe artıyor. Özellikle gençler kendileri ile ‘diğeri’ arasında fark görmüyor.

Tam, bu kadar milli şuursuzluğun Ortadoğulu zihnime fazla geldiğini düşünmeye başlıyorum ki, imdadıma Ingo Wilmer yetişiyor. 53 yaşındaki müzisyen, burada, tam Alman-Fransız sınırında yaşamanın bazen kendisine zor geldiğini anlatıyor bana. “Gençler hem Almanca hem Fransızca konuşuyor. İstedikleri tarafta yaşayıp, istedikleri tarafta çalışıyor. Kendilerini Alman veya Fransız hissetmiyor. Burada artık kim Fransız, kim Alman belli bile değil. Hiçbir milli kimlikleri kalmadı” diyor. Rahatsızlığı hem yüz ifadesine, hem ses tonuna yansıyor. Babasının 2. Dünya Savaşı’nda Fransızlara karşı savaştığını anlatıyor. Ama hemen ardından ekliyor: “Ne yapalım, en azından huzur ve barış var.”

Beni hiç tahmin edemeyeceğim kadar etkileyen bu tecrübeden dolayı hafif aptallaşmış bir şekilde Strazburg’a dönmek için köprüye doğru yürürken karşıma iki sokak müzisyeni çıkıyor. Çaldıkları şarkı tanıdık,  gözlerim doluyor:                  
            Imagine there's no countries.
It isn't hard to do
Nothing to kill or die for
And no religion too
Imagine all the people
Living life in peace...









No comments:

Post a Comment